26 Ocak 2012 Perşembe

Yelbeği'nin Çıngarı

Son günlerdeki nahoşluğu bitirmek adına
AÇIK MEKTUP:

Saygıdeğer Grup Üyeleri;
Hasretine yandığım Sevgili Köyüm’ün güzel gençleri;
Aşk Derecesinde Sevdiğim Yer’in aziz evlatları;
Konuyu bilenleri ve bilmeyenleri;
Tatlı canımın hain hasetçileri!
Beni tanımadığı halde gıyabımın haksız çekiştiricileri!
Bilmenizi isterim ki; dünyasal hayatım arzum dışında gurbete düştü. Nasibimize asla istemediğim olaylar ve çileler üşüştü.
Bari cesedim gurbette kalmasın isteyerek her güvendiğime vasiyet ettiğim o “Karamehmet Dedeciğim’in” yanına, hemen yanıbaşında yatmaya yer beğendiğim, özüm özüm özlediğim yerin saygıdeğer sahipleri!
Ki ben de o toprağın çocuğuyum. Yarının ne getireceği bilinmez ayrıca.
Arzu edenler okusunlar diye buraya bir anımı ve gayet iyi bildiğim birkaç olguyu aktaracağım ki vereceğinizi umduğum o kıymettar izinlerinizle…
Çünkü siz benim, kucaklaşmakla hasret kaldığım Köylülerimsiniz! Dolayısıyla hakkımda bazı gerçekleri bilmelisiniz! Başlarınızı sırf O nedenle ağrıtıyorum biliniz. Ve lütfen hoşgörünüz. Yazdıklarımı dikkatle okuyunuz; anlayınız!
          ***********
Köye gelişlerimden birisiydi. En az 10 sene öncesiydi. Babamla analığımı gezmeye çıkardım karşımızdaki görünen o Toros Yaylaları’na. Babam çok arzu etti; Asarlık Yaylası’na da saptık. Vakit öğle, ezan okunuyordu. Abdestimizi alıp, namaza durduk Yukarı Cami’de. İmam, “İbrahim Kurnaz” Hoca’m!  Taşbaşı’nda Öğretmenlik yaptığım yıllarda kapı komşum, arkadaşım, dostum, ağabeyim, sevdiğim bir büyüğüm…
Namaz bitti çıktık dışarı… Sanıyoruz ki Hoca’m bize sahiplenecek. Eyvah…! “Sahiplenmek” de ne kelime? Hocam öyle bir soğuk davranıyor, bizleri görmezden geliyor ki, neredeyse Ora’dan kendisi kovacak! Şaşırıyorum bu duruma ama seslenmiyorum. Ben de onunla ilgilenmiyorum. Bizi tanımayan veya tanıyamayan başkaca insanlar “hoş-beş” ediyorlar bizimle Camii önünde.
Derken, Babamın asker arkadaşlarından olan “Kilci’nin Mehmet” çıkıyor devreye. Sahipleniyor bize. Davet ediyor evine. Babamla Analığım yöneliyor o yöne. Ben ise izin istiyorum, “siz gidin, ben gelmeyeyim” diye. Maksadım İbrahim Hocaya çıkışacağım az sonra. O halâ ilgisiz ama… Kilcinin Mehmet ısrar ediyor bana da. Nasıl oluyorsa oluyor bu arada? İbrahim Hocam bizi görür oluyor artık ve davranıyor. Beni bir kenara bırakın aslında Babamla da iyi arkadaş… “Olmaz, olmaz…! Haydin bizim eve gidelim” diyor bu defa..
Ben de: “Hocam! bölünelim!” diyorum. Analığımla Babam asker arkadaşlarına gitsinler. Ben de sana geleyim. Oturup bir çayını içeyim. Böylece kimse kırılmamış olsun… Ayrı ayrı uğramak için zamanımız dar.”
Dediğimi hepsi makul görüyor ve öyle yapıyoruz. Babamlar, gidiyorlar! Biz de gidiyoruz Hocamla. Yayla’nın Yukarı Camii’nin az üzerindeki Hocamın Yayla Evi’ne…
Bakıyorum evde kimse yok. Oda kapısından girdiğimiz gibi patlıyorum kapıyı da kapatıyorum. “Geç, karşıma otur” diyorum, “Hocam! “Çay may” istemem ben! İçesim de yok yiyesim de… Ancak soracaklarım var sana! Delikanlı ol; açık konuş! Dosdoğru cevap ver bana. Nedir bu halin senin!? Ve niye yapıyorsun bu tavrı bize?”
“Mehmet!” diyor, “Bıktım ben senden!”
Soruyorum kendi içimden: “Aramızda hiçbir olumsuzluk geçmemiş ki: acaba neden?”
“Yelbeğlilerden kimi görüp de seni sorsam, “….ktiret şu bilmem neyine ne yaptığımı! Soracak adam bulamadın mı sen!” diyorlar bana. Biri değil, ikisi değil, hepsi böyle… Ve seni sormaktan utanır oldum. De hadi; gerisini sen söyle!”
“Peki,” diyorum “Hocam! Sen benim kimliğimi ve kişiliğimi bilmiyor musun? Madem iyi bir dostsun ve beni sordun. Sana öyle diyenleri susturmasını bilemedin mi? Bana sövenlere hadlerini bildiremedin mi? Unutma! Bu halkın önde gelenlerindensiniz. Teşbihte hata olmaz; sözüm size değil ona: “Kel köyün, kel önderlerindensiniz.” Bu halka doğru yön vermelisiniz. Bak camide imamlık yaptın, arkanda namaz kıldık. Yakışıyor mu bu yaptığın sana ve aramızdaki dostluğa. Kaldı ki hepiniz haksızsınız. Aleyhimde yapılan yersiz ve mesnetsiz dedikodulara çanaksınız. Herkese hakkım helal! Ama iyi bil ki, yarın yevm-i Kıyamette sen ve senin gibilerin yakasında elim! Yapmayın; utanın!” dedim. Dedim diyeceğimi ve çıkıp gidecektim ki Hocam özür diledi, yumuşattı  beni.
Oturup, az da sohbet ettik. Hatta bir de çayını içtik. “Allah’a emanet ol.” deyip uğurlandık.
Ülkemizin birçok yerinde yayın yapan gerek radyo gerekse Internet dergi ve gazeteleriyle yerel ve genel bazı gazetelerde makale ve muhtelif yazılarım çıkıyor. Ancak özel nedenlerim dolayısıyla bıraktım bu işi. Hatta yazdıklarımın birçoğunu da sildim; geri çektim oralardan. Internet sitesi olarak, şimdilik sadece Bozkır’ımızda yayın yapan www.Siristat.com/  sitesinde çıkıyor yazılarım. Girip bakın o siteye! Orada muhabirlik yapan bir eczacı kalfası vardır. Adı Hüseyin DUMAN. Yazdı ki bir gün bana:
“Hakkında biraz sondaj yaptım! Yaramaz adammışsın! Karı alır; karı boşarmışsın! Karı kasabı, karı tüccarıymışsın. İçkiden kumardan başını kaldırmazmışsın! Zaten seni de bu yüzden atmışlar Avukatlıktan! Üstelik sahtekar bir dindarmışsın. Dindar görünmek için hacca falan gitmişsin! Seninle münasebetim olamaz benim.”
Nitekim alâkayı kesti benimle. Ama yine de aferin O’na! Delikanlı çocukmuş vesselam! Açıkça ve mertçe söyledi en azından. Lakin bir konu var eklemem gereken: Yukarı paragrafta Hüseyin DUMRU kardeşimizin şahsına atfen özetlediğimiz sözlerin hepsi kendinden sadır olmamıştır. Bazıları başkaca ve benzeri kimselerin sözleridir. Söz uzamasın diye kendisine nispet edilerek anlatılmıştır. Bazıları da O’nun sözlerinden çıkarımlarımdır. O’nun söylediği ise sadece: “Hakkında biraz sondaj yaptım! İçkiden, kumardan başını kaldırmazmışsın! Zaten seni de bu yüzden atmışlar Avukatlıktan!” biçiminde olanıdır.
Köye varışlarımda birçoğunuzda gözlemlediğim jest ve mimikler, bakışlarla işaretler, davranışlar ve yüzlerdeki ifadeler net olarak yukarıda anlattıklarımın doğruluğunu kanıtlar her defasında bana. Beni görünce nevri dönenler; kaş göz işareti yapanlar, bir selamı çok görenler hep aynı yönü işaretlerler. Face Grubumuzdaki tutumlar da aynı… Ki bir çoğunuz arkadaşlık davetimi kabul etmediğiniz gibi Face editörlerine şikayet ettiniz beni. Davet yolladığım için yani. Ve davet yollamamı engellettiniz.
Bu noktada önemle belirtmeliyim ki:
En güçlü beyinsel yeteneklerimden birisi de olayları iyi gözlemlemek, olguları derinlemesine tahlil edebilmek, sonuç olarak beyinlerin içini ve akılların gerisini son derece iyi okumaktır. Bu özel bir yetenektir bende. Ukalalık ve kendini övmek veya kanıtlama gayreti sanılmaz ve sayılmazsa ama…. Ki ben de ben de bir kulum ve bir insan… Zaaflarıyla acıları olan…
Ki: Ahmet BÜLBÜL Kardeşimize de teşekkür ediyorum. Özellikle, bunları açıklama fırsatı verip, gereği duyurduğu için bana.
Oysa hayatımın her döneminde hak ve haklının arkasında durdum sadece. Elimden geldiğince ve aklımın erdiğince… Keseme değil insana ve insanlığa hizmet etmeye çabalayıp durdum kendimce. Yalan söylemedim, sahtekarlık yapmadım, kimsenin karısına kızına yan gözle bakmadım! Mevkii makam peşinde olmadım, dümen dolap çevirmedim. Bilmem neler gibi kıvırmadım. Her daim mert oldum. İçim dışım bir oldu. Gayet açık bir hayat yaşadım. İyimi de kötümü de kimseden saklamadım. Her ne yaptıysam her birine sahiplendim. Onun bunun gibi, gizli saklı olarak, “bilmem neler yapıp, ne herzeler yiyip de “mürailik=ikiyüzlülük, içtensizlik, riyakarlık ve samimiyetsizlik ” yapmadım. Buna rağmen yakındığım konuların ortaya çıkışına neden olan o kötü kokular en yakınımdakilerden çıktı hep. Bu hususu da gayet iyi bilirim.
 Bunlara bağlı olarak şunları da yazmalıyım ki: Sigara içmem, içki kullanmam! Piyango bileti dahi alıp, asla “Enayi Vergisi” ödemem. Hayatımda bir defa toto oynadım. Oynadığım kumarın hepsi budur; bu kadardır... Sonuç olarak paramı israf etmem lâkin gereken yere harcamaktan kaçınmam. Mütevazı bir hayatı severim. Bolluğu da gördüm; darlığı da. Ancak yaşam şeklimi asla değiştirmedim değiştirmem de... Ben bir öğretmenim ve öğretmen gibi yaşadım. Parasal anlamda yani. Fakat asla iyi bir öğretmen olamadım! Hep vasattım, vasat kaldım. Ancak Avukatlıkta oldukça başarılıydım. Ne var ki o mesleği sevmedim sevemedim. Sonuçta terk ettim Avukatlığı. Şimdilik sadece kitap yazımıyla meşgulüm.
Fazla evlenip boşanmak konusuna gelince tek sözüm şudur:
Hırsızlık yapmadım, arsızlık yapmadım. Harama bakmadım, haram para yemedim. Alacağıma vereceğime son derece sadık oldum. Herkes namusundan emin oldu yanımda. Allah yine nasip etmesin ama karımı yine boşar da birisinin kapısına varırsam ve arzu etmezse beni iş kapanır. Bu durum kimi ne ilgilendirir? Dileyen alır, dileyen almaz beni. Bundan kime ne? Kapısına vardığım veya varacağım adam konuşsun; öyle ya..!Varırsam ama...
Ayrıca bu yazdıklarım kendimi övmek ve savunmak maksatlı değildir. Açık yaşayan bir kimse ve açık sözlü oluşumun neticesidir. Var ise alınacak bir hisse okuyanlar alsın diyedir.
Sözü uzatmayalım bitsin!
Gerek gurbeti, gerek özel yaşantımdaki bu çalkantıları asla istemedim. Ve çok yordu bunlar beni. Emek ve enerjimin çoğunu heba edip götürdü. Ne diyeyim? Sebep olanların sebep direkleri yıkılsın!
Lütfen birbirimizi daha iyi tanıyalım, daha iyi anlayalım! Daha saygılı olalım birbirimize! Olaylara daha geniş bakalım...
Hepinizi ve hepimizi Allah’a emanet ediyorum!
Saygı, sevgi, selam ve özlemlerimi iletiyorum!

Mehmet DURAN (Züfranın Meymet)


            “YAŞLI MEL”

            Biliyorsunuz Sünni mezheplerden birisi olan Şafiilik’in imamlarına “Mele” yahut “Melâ” denilmektedir.
            Eh; yaşlıca bir Melâ komşu köyden geçmektedir. Bu arada Küçük bir çocuk söver O’na. “Melâ; Melâ… Ananı bellerim senin ha!” der!
Bunun üzerine döner o çocuğa; aynıyla söver “Melâ”!
            Bu defa hazır bulunan köylüler çıkar ortaya!
            “Melâ, Melâ…! Utanmıyor musun sen bir bak hele?! Karşındaki bir çocuk! Hem Melâ, hem de yaşlı başlı bir  adamsın!? Ne dediğini bilir mi ki sövüyorsun O’na?! Bir çocuğu muhatap almak,  yakışır mı sana?
            “Melâ” bu kez de döner köylülere:
            “Madem öyle!?
            Neden demiyor?”
            Melâ, Melâ…! Gel de benim anamı sen belle!”

Derleyen: Mehmet DURAN
Kaynak: Rahmetli Ahmet ÇEKİÇ (Bekçi Ahmo) Ağrı-Tutak-Meter


           
HACI SÜLÖ

Bir gün Hacı Sülo, sabah vakti oğluna;
“ Oğlum annen dışarıda abdest alıyor, abdesti bitince sırtla, getir O’nu içeriye.” der.
Oğlu da bunu yapar.!
Annesi hafif felçlicedir.
Yapar yapmasına da, oğlan sırtında anasıyla içeri girer girmez, bizim Hacı Sülo derhal oğlunun sırtındaki anasına çullanır; onu yatağa atmak için davranır…!
Oğlan şaşırır…?
“Baba…! Sen ne yapıyorsun…?” diye kıvranır…!
Hacı sülo bu, hiç durur mu…?
Oğlum senin baban bu güne dek dişe dokunur bir iş beceremedi. Ben ölünce sen neyimle övüneceksin?  Bari bunu yapayım da ;
“Benim öyle bir babam vardı ki,
Adamın anasını sırtından alır, yatağa bile atardı!” diye övünesin.” der…


Derleyen: Mehmet DURAN
Kaynak: Nemci ARSLAN

“Çürüme” adlı çalışmamdan alıntıdır.


          KARGAYLA EŞEK

Sözüm ona, günlerden bir gün karga ile eşek aynı koltukta uçak yolculuğu yapmaktadırlar…!?
Karga ikide bir, hostes ihtiyaç çağrı kolunu çekip muziplik yapmaktadır. Hostes gelip. “ne istediğini” sorduğunda omuzlarını silkerek “Hiiiiçç…!” demekte, hostes geri dönerken, arkasından “kıs kıs” gülmektedir.
Bir böyle, iki böyle derken durum hostesin canına tak eder. Doğruca gider, vaziyeti uçağın pilotuna anlatarak ondan yardım ister.! Pilot da uçağın güvenlik görevlilerine emir buyurarak; “olay bir daha tekrar ederse o koltuktaki sözüm ona eşekle karganın uçaktan dışarı atılmasını” ister!
Ne var ki bu arada, karganın yaptığı hareketi bir kez olsun yapmayı eşeğin de canı çeker.! Tutar, hostes ihtiyaç çağrı kolunu bir de o çeker….!?
Bunun üzerine yanında güvenlik görevlileri olduğu halde hostes oraya gelir; “ihtiyaçlarının ne olduğunu” yeniden sorar! Eşek sırıtarak, omzunu silker; “hiiiiççç…!” der. Bunun üzerine güvenlik görevlileri her ikisini de uçaktan atar...!?
Bu arada uçmaya başlayan karga, düşmekte olan eşeğe döner:
“Kanatların var mı…?”
Eşekte kanat ne gezer? Der ki: “Yooookkk…!”
“E, paraşütün var mı…?”
“Hayır, yooookkk…!?
“Peki seni kurtaracak helikopterci dostun falan….!?”
“Vallahi hayır…! O da yok…!?”
“Madem öyle; a eşek herif! Derdine ne oldu da benim yaptığımı yapmaya kalkarsın? Çek cezanı o zaman...!” der.


Derleyen: Mehmet DURAN
Kaynak: Hüseyin ERCÜMENT

“Çürüme” adlı kitabımdan alıntıdır.



            A, U; MANDOLİN ÇALAR…

Bizim Köy’de bir Öğretmen vardı bir zamanlar. Üstelik; oldukça da popüler…
Öylesine kaynaşmış ki Köylüyle; Köy’deki herkes O’nu çoook, ama çok sever!
Eskiler olsa şimdi; O’nu derhal hatırlarlar…
Köylü nazarında gerçekten de popüler mi popüler!
Hangi çocuk izin istese zorluk çıkarmaz; derhal izin verir; hattâ istenenden fazlasını bile ekler.. İşi, öğrencinin kendine havale eder…  
İş bu kadarla kalsa iyi?
Maşallah, avı da çok sever, ava gitmeyi… Okul mu? O da neyin nesi?  O’nun bildiği de, uyguladığı da aynı böylesi… Yine de hakkına gitmeyelim; ders de verir ara sıra… Nasıl vermekse ama…
Yine de oldukça mahirdi! Meselâ güzel mandolin çalardı!
Akşamları evlere giderdi; Köylülerin evlerine…
Ancak sanmayın ki herkese gider?
O, sadece kafasının sardığı yerlere gider…
Hep de oralarda cümbürder!
Bir de yarışır ve yarıştırır…
Güne karşı yarıştırır hem de!
Üstelik yanına, yahut karşısına kim geçerse…
            ***********
Bugün gibi hatırlıyorum! Daha İlkokula falan gitmiyorum! Küçüğüm, ufacığım!
Günlerden bir gün; hem de düğün…
Yanında da Bizim Köylü “Olçum Siyit”...  Siyit Çavuş” vardı ya hani?  Rahmetli, Büyük Seyit KARACA yani!
Yiğit namıyla anılır hani!?
O’na “Olçum Siyit” derlerdi...
Çünkü O, dünya malı açısından biraz fakir ve garibandı.
Bu durumundan kesinlikle eksiklenmez, tam aksine haylice yüksekten uçardı.
Kendisine yakıştırılan “olçumluk” işte buradandı. 
            ************** 
Bir de baktım; Bizim Öğretmen onunla yarıştırıyor…
Neyi mi? Yarıştırdığını…
Bakalım üste kim çıkacak?
İkisi de iyi atış yapıyor maşallah!
Bakalım kim daha ileri Atacak; attıracak...?
Öğretmen diyor “ben bilirim”…
“Olçum Siyit” de: “Ben”…
Çoğunun ilgisini çekmiş bu yarıştırma; millet izlemede… Çalgı susmuş, herkes onları dinlemede…
Dayanamadı “Olçum Siyit” en sonunda:
“ Hadi ulan sen de…! Bu hayattan sen ne anlarsın da? A, u; mandolin çalarsın; bir de ava gidersin! Başka bir şey bilmezsin!  Anladın mı beni serseri…? ”
Cümle millet gülüştü… artık ikisi de susuştu! Yarıştırdıkları da böylece bitti…
Bu son sözlerin sağlaması sonradandı.
“Siyit Çavuş’u” Köy’e gelen Jandarmalar götürdü!
Arkasını arayanı bile olmadı; olamadı!.
Öyle ya: Kendisini devlet, devlet götürdü…?!
Gitti Siyit çavuş, gitti.
Köylüler de tuttu O’nu, Kabir’deki yerine yatırdı!
Arta kalan çoluk çocuğuna da nice ağıtlar yaktırdı…
Cennet mekân olası, demek hayatı da, mematı da bilirdi…!
Bu tarz mandolinciler belki arta kalanları bilebilirdi.
Öyle ya:
Ödemiş Bıçakçı Köyü’nden rahmetli “Tabak Osman Emmi’m” de bu tarz türkücülerle çalgıcılara bakar da:
“Oğlum! “Aşık Kerem” türkülerin hepsini söyledi. Bunlara sadece “uçkur, peşkir havası” kaldı.” derdi!
    

     
“OLÇUM SİYİT’İN” ÖLÜMÜ

“A,U; Mandolin Çalar…” adlı yazımızda “Olçum Siyit’ten” de Jandarmalarca öldürülüşünden de bahsetmiştik hani? Şimdi de bu olayı anlatacağız elimizden geldiğince:
O yıllar da köylerimiz pek bir karışıktı bizlerin!
Yokluk da vardı; benlik de…!
Fakirlik de vardı, cahillik de…!
Yoksunluk da vardı; bencillik de…!
Millet birbirine sarmış, sanki tavuk öldürürcesine!
Adam değil, mermi parası daha kıymetlice…
Tüfek, tabanca, mermi ve sairleri boldu; haylice…!
Ne yapılır edilir, silâha para bulunurdu yine de.
Ve; tabanca taşımak vâka-i adi-yedendi.
Sıradan bir şey yani; hem de herkesçe; ve herkeste!
Herkeste tabanca var! Hepsinin de bellerinde…
Apaçık, ayan beyan gösteride…!
Tam kıçlarının üzerinde.
Erkeklerin, kendilerinden asla ayrılamaz bir aksesuarı hem de.
Ceketle gizlemek falan olmaz; yakışık almaz öyle!
Ceket, tabanca kılıfının kıvrılmalı ki üzerine; o tabanca bir güzel görüne.
Görüne ki; herkes kimde var iyi bile…
Ayağını da denk ala ona göre…!?
Kiminin tabancasının mermisi de ağzında.
Atış, bir tetiğe basımlık mesafede duruyor bunlara.
Bunlar ne ki?
Av tüfeği de var her evde! Fişeklik de, mermilik de…
Bozkır mı? Yelbeği mi…? 
Aman Allah’ım…!
Söyleyin bakalım; şu Teksas nerede?
Adeta harp çıkıyor geceleri köyde…
Çoğu imreniyor, “pisi pisine giden “Kör Niyazi’ye” 
            *************
Zaten Köyümüz de tabancacı da var tüfekçi de. Hem tamirci; hem yapımcı… Daha ötesi mermileri bile doldurucu… Sanayisi kurulmuş mübareğin; hepsi de orta yerde…
Jandarma da bilir bunları devlet de!
Asayiş berkemaldir yine de!
            **************
İş bu kadarla sınırlı değil; mavzer de var bazılarında…  Hem de 5 atarlı…
“Çekme-sürme” kollu; uzun mesafe atışlı…
Bunlardan biri de “Olçum Siyit’te”…
Eline o mavzer pek de yakışırdı…
Attığını da vururdu mavzerle; keskin atışçıydı!
            ************
Günlerden bir gün “Olçum Siyit”; omzunda mavzeri, “alımlı-çalımlı” Köy içinde bir güzel dolaştı?
Aynı gün Köy’e bir manga kadar asker ulaştı.
Askerleri gören “Olçum Siyit” derhal köy içinden uzaklaştı.
Köy korusuna doğru sıvıştı…!
Lakin bu arada jandarmaların gözüne bulaştı.
Baktılar ki asayiş bozuk! Düzeltecekler ya…?!
Düştüler peşine “Olçum Siyit’in” arkasına!
Hem de “tüfenklerini” ata ata…!
            ************
İyi de be birader; “Olçum Siyit” kaçarsa olur mu?
Bu durum hiç yakışık alır mı?
Kaçınca geride “Olçum, molçum” kalır mı?”
Karizma ne olur karizma…!?
Çizilmez de durur mu?
Ne yapmalı acaba?
Saklanmalı bari en azından bir ağaca…
Saklandı da bir pelidin (meşe ağacı) arkasına!?
İyi de; halâ geliyor Jandarmalar ata ata…
İş tamam! Durum yaman! Mavzeri verse de, teslim olsa da vakit tamam! “Olçum Siyit” Öldü! Ha öyle öldü, ha böyle öldü! Aynen böyle düşündü! Ben bilmem, siz söyleyin bakalım; yanlış mı düşündü?
Ateşledi mavzerini havaya…
Maksat ki; adını kurtara…
Havaya atmasa var ya?
Atışta zaten bir numara…!
Adamı “tam alnının orta kabağından” vurur vallaha…
Ama jandarma bu! Anlar mı da?
Hepsi üşüştüler Oraya!
Sen misin onu atan havaya?
Gitti “Siyit Çavuş” gitti; gitti işte bu davaya…!
            *************
“Olçum Siyit” gitti ya…?
Çoluk çocuk dökülüp kaldılar geride ama!
Ah “Devlet Baba”; vah “Devlet Baba”…!
Bilmem nelerdi koydun hesaba…
O “tüfengcilerle tabancacılar”; “Mermicilerle, talimciler”…
Hele hele; milleti bu yollara sürenler;
Bu hallere mecbur edenler ne yapacaklar acaba?
Hem burada; hem Ora’da…?
Cevap ver bana; ey “Devlet Baba!”

Mehmet DURAN

Kitap ve makalelerime erişmek isteyenlere>



            “IRAZGİLİN MEYMET’İN TÜFENGİ”
           
            Daha önceki yazılarımızın birinde çocukluk arkadaşlarımın en önde gelenlerinden olan Rahmetli Mehmet KARACA’dan, O’nunla kendi “Öksüzler Mektebimizde” gerek kendimiz gerekse kendimiz gibiler adına gelecekte güzel günlerin olması adı ve anlamında kurduğumuz hayallerden, Mehmet’in cesareti ve gözünü budaktan sakınmayışından, buna rağmen merhametli konumundan, saflığı ve içtenliğinden, bu halinin ise kendisini aramızdan aldığından dem vurmuştuk. Bu yazımızla da (Mehmet KARACA’nın) “Irazgilin Meymet’in” nasıl olup da, “Karakocagilin Meymet” oluşundan ve “tüfenginden” bahsedeceğiz!
Köydeki ortamın nasıl olduğunu da hatırlarsanız “Olçum Siyit’in Ölümü” adlı yazımızla anlatmıştık. “Olçum Siyit”, “Irazgilin Meymet’in” öz be öz amcasıydı. Diğer bir amcasına da Köy’de “Pepe” derlerdi. İşte bu “Pepe” cezaevinden kaçmış, meşhur bir “Kaçak” olmuştu. Yani “Kaçak” diyorlardı artık O’na! Çok kesti biçti Köy’de… Kimini ürküttü, kimini kullandı, kimine kullanıldı... O sıra köylüler tam bir çıngardaydı…
Bu arada Köy’e Karakol bile gelip yerleşti. Hem öyle bir yerleşme ki köy odasını mekan tuttu. Aylarca kendilerini köylülere besletti. Ama o yine de kaçaklığını sürdürdü O. Yakalanmadı bir türlü… Ta ki ölene, daha doğrusu öldürülene dek. Devlet’in kabulüne göre “kim vurduya gidene” dek. Bu “kim vurdu” meselesi var ya? Köylülerden nicelerini de vurdu daha sonra.
İşte “Irazgilin Meymet” böylesi bir ortamdaydı. Gördüğü ve içinde bulunduğu ortamlar silah, sopa değnek ve saldırıydı. Bu işlere “Irazgilin Meymet’te” de olağan dışı bir merak sardıydı.
Tam da ilkokul 5. sınıf’a geldiğimiz yıldı. Bilirim; dedim ya: O benim iyi arkadaşımdı. O’nu bir tüfeng edinmek merakı sarmıştı. Özlemle bekliyordu okulun bitmesini. Çalışmaya gidecekti. Çam dikimine… Para kazacaktı bolca ve bir “tüfeng” alacaktı; en azından “tekkırma” yahut “kırmatek” dediğimiz o tek namlulu av tüfeklerinden! Ben okumak, Köy’ü çıkmak arzusundaydım O’ysa İllâ da Köy’de kalıp bir “kırmatek” alma onunla “daha büyük vurma” yarışında.
Doğrusu bu arzusunu hiç sevmedim. Bunun olumsuzluğunu kendine en az kır kez söyledim. Lakin “Nuh” dedi, “Peygamber” demedi. Hattâ çocuklara, bana bile küfretti. Ben de Okul Disiplin Başkanıydım ya? Biraz da muhbirci yani. Tuttum, yazdım numarasını. Aynen hatırlıyorum 82… Öğretmene vereceğim…! Çok yalvardıysa da bana; silmedim numarasını, verdim öğretmene. Biliyorum, bu olay nedeniyle çok ama çoook kırıldı O bana. Kırıldı biliyorum ama varsın kırılsındı  Yeterki bu tüfeng edinme işinden caysındı. Lakin olmadı; o tüfek edinme meselesinden kesinlikle caymadı.
O yılın güzünde ben İvriz’e gittim; “Irazgilin Meymet” de çam dikimine… Yaz tatiline geldiğimde “kırmatek” elindeydi. Havası da yerideydi. 3-5 çocuk gezmeye gittik Koru’ya… Havası yerinde olan Mehmet, başladı bana yalvarmaya… “İvriz’de sen, bizim burada bilmediğimiz kitaplar okumuşsundur; öğrendiğin o masallardan anlat bize!” diye… Anlattım bende. Masal dinleyen Mehmet’in “tek kırması” elinde… Kuş avlayacak belki de? orasını bilemem ben; takdir elbet sizlerde…

 ?
ve ancak nden, olan 
Mehmet DURAN